Bir zamanlar, zamanı ölçen saatlerin bile unuttuğu bir kasaba varmış: Zamandura. Bu kasabada insanlar hiç acele etmez, çocuklar gün boyunca oyun oynar, büyükler çay içerken gökyüzüne bakarmış.
Ama herkesin evinde bir Zaman Saati varmış. Bu saatler, zamanı değil, duyguları ölçermiş. Eğer mutluysan hızlı, üzgünsen yavaş çalışırmış. Ve kimsenin saati diğerininkiyle aynı çalışmazmış.
Küçük Ela, sabah uyanınca saatini görememiş. O çok sevdiği pembe çiçekli saati kaybolmuş! Annesi “Olur öyle” demiş ama Ela biliyormuş: Bu sıradan bir kayıp değil.
Arkadaşı Can’la birlikte kasabanın en yaşlısı olan Saatçi Dede’ye gitmişler. Dede, büyüteçle gözlüklerinin üzerinden bakıp şöyle demiş:
“Zaman Saati kaybolduysa, onu yalnızca Zaman Ormanı geri verebilir. Ama unutma, oradan zamanla değil, sabırla dönülür.”
Ela ve Can, Zaman Ormanı’na gitmiş. Ağaçların yaprakları saat gibi tıklıyor, rüzgarlar saniye gibi esiyormuş. Ormanda “Ters Giden Dere”, “Geriye Akan Şelale” ve “Uyuyan Gün” adlı üç durağı geçmeleri gerekmiş.
Sonunda, ormanın ortasında dev bir kum saati bulmuşlar. İçinde minik bir saatin tiktakları duyuluyormuş. Ela, ellerini kum saatine koyup içten bir dilek dilemiş:
“Zamanı değil, anılarımı geri istiyorum…”
Bir ışık parlamış ve kayıp Zaman Saati, Ela’nın bileğine takılıvermiş. Ama artık sadece zamanı değil, her gün bir anıyı da gösteriyormuş.
Zamandura halkı o günden sonra anılarını daha çok anlatmaya başlamış. Çünkü herkes öğrenmiş ki; gerçek zaman, birlikte geçirilen andır.